“10 yıl boyunca Fransa’da yaşadıktan sonra Çin’e bazı belgeler imzalamak için geri döndüğümde esaret altına alındım. Ondan sonraki 2 yıllık süreçte sistemli bir şekilde insanlıktan çıkarıldım, aşağılandım ve beynim yıkandı.”
“Biz eşimle öğrencilik yıllarında Urumçi’de tanıştık ve mezun
olunca iş aramaya başladık. İş ilanlarında genellikle küçük puntoyla ‘Uygurlar
başvuramaz’ yazıları olurdu. Ben görmezden gelmeye çalışırdım, ancak eşim için
bu ayrımcılık meselesi bir takıntıya dönüşmüştü.”
“Mezun olduktan sonra Karamay’daki petrol şirketinde mühendis
olarak çalışmaya başladık, şanslıydık. Şirkette yılbaşı ikramiyeleri
dağıtılmaya başlandığında Uygurlara, Han ırkına mensup Çinlilere verildiğinden
daha az verilirdi. Daha sonraları, şirkette üst düzey bir pozisyon açıldı ve
eşim Kerim donanımlı bir mühendis olarak bu pozisyona başvurdu. Fakat bu
pozisyon mühendislik eğitimi bile olmayan bir Çinliye verildi. Kerim için
bardağı taşıran damlaydı bu.”
“Kerim, 2002 yılında Xinjiang’dan (Sincan Uygur Özerk
Bölgesi) ayrılarak önce Kazakistan’da, ardından Norveç’te ve son olarak
Fransa’da iş aramaya başladı. Fransa’dan sığınma talep ettikten sonra ben ve
iki kızım onun yanına geldik.”
“Kasım 2016’da Çin’den bir telefon aldım. Telefonda petrol
şirketinde çalıştığını söyleyen bir adam, Çin’e geri dönüp bazı belgeler
imzalamam gerektiğini söylediğinde oldukça şaşırmıştım; çünkü, benim 20 yıldan
fazla çalıştığım bu şirketten ayrılıp Fransa’ya gelmemin üzerinden 10 yıl
geçmişti. Belgeleri imzalamamın emeklilik işlemleri için olduğu söylendi. Bu
durumda avukat istediğimi ve onca yıl geçmiş olmasına rağmen neden şimdi
arandığımı sordum. Bunlara cevap verilmedi, üstüne avukat tahsis edilemeyeceği
ve şahsen Çin’e gitmem gerektiği tekrarlandı.”
“Çin’e gittikten birkaç gün sonra Karamay’daki petrol
şirketinin ofisine gittim. Oradan sonra beni ofise 10 dakikalık mesafedeki bir
polis karakoluna götürdüler. Neden Çin’i terk edip Fransa’ya yerleştiğimi,
oradaki işimi sordular. Ardından, kızım Gulhumar’ın Paris’te, elinde Çin
hükümeti tarafından yasaklanmış olan Doğu Türkistan bayrağıyla çekilmiş bir
fotoğrafını yüzüme doğrulttular ve fotoğraftaki kişiyi tanıyıp tanımadığımı
sordular. Kızım olduğunu söylediğimde bana ‘senin kızın bir terörist’ diye
bağırmaya başladılar. Sorgu bittiğinde gidebilir miyim diye sordum. Bana,
benimle henüz işlerinin bitmediğini söylediler.”
“Sağ! Sol! Rahat! Aynı mavi pijamayı giyen 40 kişi bir odanın
içindeydik. Dikdörtgen bir sınıf. Günde 11 saat boyunca buradaydık. Biz odada
bir aşağı bir yukarı yürürken, iki Çin askeri zaman tutuyordu. ‘Beden eğitimi’
diye adlandırılan bu olay, askeri bir eğitim gibiydi. Aramızdan bazıları
bayılıyordu. Asker bayılan kişiyi tokatlayarak kendine getirmeye çalışırdı,
eğer ayılmazsa o kişiyi askerler dışarı çıkarırdı. Bir daha da o kişiyi asla
görmezdik. 5 aydan sonra, beni 20 gün süreyle yatağıma zincirlediler. Neden
bilmiyorum. Sonrasında bir çeşit ‘okula’ gideceğimden bahsediyorlardı.
Hükümetin Uygurları ‘düzeltmek’ için bu okulları kurduğu söylendi. Han ırkından
öğretmenlerin yer aldığı bu okulu bir defa geçen evine dönebiliyordu.”
“Polis hücrelerinden ayrıldıktan sonra, bizi bu
‘okula’ götürdüler. Kimsenin olmadığı bir araziydi. Dikenli tellerin ötesinde,
uçsuz bucaksız çölden başka bir şey görünmüyordu. İlk gün birçok kadınla aynı
yeri paylaştığım bir yatakhaneye götürüldüm. Burada pencereler her zaman kapalıydı. Kameralar
vardı, onun dışında tuvalet, çarşaf hiçbir şey yoktu. Burası bir okul değildi.
Askeri kuralları olan bir ‘yeniden eğitim’ kampıydı. Konuşmak yasaktı, zaten
zamanla konuşma isteğimiz de kaybolmuştu. Her yerde gardiyanlar vardı ve
onlardan kaçmanın, hatta dua etmekle suçlanmaktan korkarak esnemenin bile yolu
yoktu. ‘İslamcı terörist’ olarak adlandırılma korkusuyla yiyecekleri geri
çevirmek yasaktı. Gardiyanlar yemeklerin helal olduğunu iddia ediyorlardı. Bu
arada kamptaki kadınların sayısı her geçen gün artmaktaydı.”
“Teori derslerinin beden eğitiminden daha rahat geçeceğini
düşünmüştüm ama yanılmışım. Öğretmen sürekli bizi izliyor ve her fırsatta
tokatlıyordu. Bir defasında, altmışlı yaşlarında bir kadın yorgunluktan
gözlerini kapattığında, öğretmen ona sert bir tokat atarak ‘Dua ettiğini
görmedim mi zannediyorsun? Cezalandırılacaksın!’ demişti. Daha sonra bir yazılı
metin getirip onu kadına zorla okutmuştu. Bundan sonra insanların ‘beyin
yıkama’ derken ne demek istediklerini anlamıştım. Her sabah sınıfa bir Uygur
hoca gelip bize ‘nasıl Çinli olunacağını’ öğretirdi. Kendi ırkımızdan bir
kadın.”
“11 saat süren günlük eğitimlerde şu tarz bir bağlılık
yeminini tekrarlardık: ‘Sayın Başkanımız Xi Jinping’e teşekkür ederiz’.
Akşamları dersi bitirirken, ‘Büyük ülkemin gelişmesini ve parlak bir geleceğe
sahip olmasını diliyorum. Tüm etnik grupların tek bir büyük millet
oluşturmasını diliyorum. Başkan Xi Jinping’e sağlık diliyorum. Yaşasın Başkan
Xi Jinping!’ diyorduk."
“Bunun yanısıra, bize Çin’in -kötü kısımları çıkartılmış
biçimde- görkemli tarihi öğretiliyordu. El kitabının kapağında ‘yeniden eğitim
programı’ yazılıydı. Güçlü hanedanlar ve onların görkemli fetihleri ile
Komünist Partinin büyük başarılarından başka herhangi bir şey yoktu. İlk
başlarda bu durum bana komik gibi görünmüştü ancak günlerce aynı şeyi
tekrarlamak ve yorgunluk bütün direncimi kırmıştı. Bir süre sonra eşimin ve
kızlarımın yüzünü hatırlayamaz olmuştum. Aptal hayvanlardan başka bir şey
olmayana kadar çalıştık. Bizi hayvanlar gibi dünyanın geri kalanından uzakta,
zamanın dışındaki bu kamplara kilitlediler.”
“Ne zaman gardiyanların ayak sesini duysam, idam
vaktimizin geldiğini düşünüyordum. Saçlarımızı keserlerken, ağlayarak sonumun
yakın olduğunu ve beni idama, elektrikli sandalyeye veya boğmaya
hazırlandıklarını düşünüyordum. Hemşireler beni ‘aşılamak’ için tuttuklarında
beni zehirlediklerini zannederdim; gerçekte ise bizleri kısırlaştırıyorlardı.
İşte o zaman bu kampların yöntemini anladım: bizi soğukkanlı bir şekilde
öldürmek değil, yavaş yavaş yok etmek için. O kadar yavaş ki, kimse fark
edemez.”
https://www.theguardian.com/world/2021/jan/12/uighur-xinjiang-re-education-camp-china-gulbahar-haitiwaji